İLK DÖNEM HADİS TARİHİNDE “MÂNÂ İLE RİVÂYET” MESELESİ
İslâmî Araştırmalar, Journal of Islamic Research, cilt: 13, sayı: 1, yıl: 2000, ss. 93-100
Ahmet Tahir DAYHAN*
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözlerinin, onun ağzından çıktığı şekliyle
muhâfaza edilip edilmediği, sonraki nesle lafzıyla mı mânâsıyla mı nakledildiği
husûsu usûle dâir eserlerde müstakil olarak ele alınmıştır[1]. Mânâsıyla rivâyet
edilmesi kaçınılmaz olan fiil ve takrirler ise, tartışma alanının
dışında kalmaktadır. Aşağıda özet biçimde arzetmeye çalışacağımız tesbitler
arasında yeri geldikçe, Dr. Mehmet Görmez'in “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması
ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu (TDV 1995 İslâm Araştırmaları Ödülü,
Ankara 1997)” adlı kitabına da atıflarda bulunacağız. Kitapta Usûl-i
Fıkh’ın hadislere tatbikini engelleyen 11. husus olarak belirlenen ve “mânâ
ile rivâyet” başlığını taşıyan yedi sahife tutarındaki bir bölüm, bazı ciddi
bilgi ve örnekleme hataları içermektedir[2]. Yazarın bu bölümü
bitirirken vardığı sonuçlara kısmen iştirak etmekle birlikte, değerlendirmesine
kaynaklık eden delillerdeki kimi tahriflere, özellikle de hadis ve sünnetin
güvenilirliğini zedeleyecek tarzda ortaya konan üslûb ve genellemelere
değinilmesi kanaatini taşımaktayız. Maksadımız, İlahiyat Fakültesi
öğrencilerine kaynak kitap niteliğinde tavsiye olunabilecek kıymetteki bu
eserin, sonraki baskıları için müellifi tarafından yeniden gözden geçirilmesi
lüzumuna katkıda bulunmaktır[3].
* *
*
Hadis râvîlerinin
ilk tabakasını teşkîl eden ashâb-ı kirâm, acaba hadisleri (kavlî sünneti)
lafızlarıyla aynen tesbit edebilmişler midir? Lafzın mı mânânın mı taşıyıcılığını
yapmışlardır? Temel soru budur. Edâ ve tehammül şartlarının teşekkül ettiği
tedvîn ve tasnîf devri ise, aynı soruya daha emin cevaplar verebileceğimiz bir
dönemdir. "Allah, benim bir sözümü işitip onu iyice belledikten
sonra işittiği gibi aktaran kimsenin yüzünü ağartsın. Kendisine söz ulaştırılan
nice kimse vardır ki sözü dinleyenden daha kavrayışlıdır. Nice fıkıh taşıyıcısı
vardır ki, fakih değildir. Ve kendinden daha fakih birine fıkıh götüren nice kimse
vardır.[4]" hadisi, mânâ ile rivâyeti hem kabul hem de reddedenlerin kullandıkları iki yönlü bir
delil olması bakımından, ilk
bakışta konuyu çözüme kavuşturmamaktadır. Ayrıca hadisin daha çok hâfıza üzerinde duruyor olması, sahâbenin hadisleri sâdece ezberlerinde mi tuttuklarına yoksa içlerinde bunu yazıya geçirenlerin de bulunup bulunmadığına bir gözatarak konuya girmemizi gerekli kılmaktadır.
es-Sahîfetü's-Sâdıka'nın sâhibi Abdullah b. Amr b. el-Âs (v.63), torununun oğlu Amr b. Şuayb
(v.118)'ın rivâyet ettiğine göre, Hz. Peygamber'e: "Yâ
Rasûlallah! Biz senden ezberimizde tutamayacağımız sözler işitiyoruz. Onları yazamaz mıyız?" diye sormuş, O da: "Tabi, onları yazınız." buyurmuştu[5]. Aynı meşhur sahâbî kendisine, önce
İstanbul'un mu yoksa Roma'nın mı fethedileceği sorusu tevcih edilince, üzerinde halkaları olan eski bir sandığı getirterek içinden bir kitap çıkarmış ve ona bakarak: "Rasûlullah’ın huzurunda söylediklerini
yazıyorken... " diye sözlerine başlamıştı[6]. Onun çok kıymetli kitap kolleksiyonu, Amr b. Şuayb'a intikâl etmiştir[7]. Aynı şekilde Enes b. Mâlik (v.91), etrâfına insanlar toplandığı zaman kitaplar getirir ve onları: "Bu
hadisleri Hz. Peygamber'den duydum, sonra yazıp kendisine okudum." diyerek naklederdi[8]. Rasûlullah'ın yeğeni genç sahâbî Abdullah b. Abbâs (v.68), sıcak soğuk demeden ashâb-ı kirâmın kapıları önüne oturur, onlara hadisleri sorar, ne duyarsa yazardı. Kitaplarından bazıları Mûsâ b. Ukbe (v.141)'ye intikal etmiştir[9]. Aralarında Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre, Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer
ve Hz. Ali'nin de bulunduğu 50 kadar sahâbî'nin hadisleri yazıya geçirdiğini bilmekteyiz[10].
Bu noktada, Rasûlullah ile samimiyet ve yakınlığı ileri derecede olan sahâbenin, kısa hadisleri kimi zaman hâfızalarında tutarak kimi zaman da yazarak lafızlarıyla; uzun hadisleri ise
bazen yazarak lafızla, bazen de akıllarında kaldığı kadarıyla mânâlarıyla naklettiklerini söyleyebiliriz. Abdullah b. Amr'ın, أحاديث
لانحفظها diyerek
yazımına ihtiyaç duyduğu hadisler, uzun hadisler olsa gerektir. Yoksa Cevâmiu'l-Kelim'le gönderilen Hz. Peygamber'in, şer'î-amelî yaptırım ifâde eden formül şeklindeki kısa sözlerini ezberleyip aktarmak, Kur'an'ı Kerîm'i hıfzeden sahâbe için zor bir iş olmasa gerektir[11]. Ancak hadisler, Kur'an-ı Kerîm gibi devlet eliyle tek bir nüshada toplanma şansını elde edemediğinden ve ilk musanniflere ulaşıncaya kadar yüzlerce râvînin ağzından ya da kitabından aktarılarak geldiğinden, böyle kısa cümlelerin naklinde bile bazı küçük farklılıklar sözkonusu olabilmiştir. Buna bağlı olarak, kelimeler arasında görülen takdim-te’hîr,
ma’rife-nekire, müfred-cem’, müterâdifiyle tebdîl ya da sîga farkı türünden
değişikliklerin köklü anlam kaymalarına yolaçtığı öne sürülemez. Ayrıca Hz.
Peygamber (s.a.v)’in benzer haller karşısında aynı ifadeyi birden fazla
kullanmış olması veya sözlerini bir meclisde birden fazla tekrar etmiş olması ihtimalini gözönünde bulundurursak;
her söyleyişde farklı bir kalıp ve cümle kuruluşunu tercih etmesini çok tabii
karşılamamız gerekir. Yani problem gibi görünen farklılıkların kaynağının
Rasûlullah’ın bizzat kendisi olması imkan dahilindedir. Bunların ihtilaflı
fikirlerin baş sebebi olarak gösterilmesi veya "anlamaya"
engel kabul edilmesinin yanlış bir değerlendirme olduğu kanaatindeyiz. Zira
mezhepler ve âlimler arasındaki ihtilaf ve tartışmalara, nazmında hiçbir teâruz
ve çeşitlilik bulunmayan sahih hadislerle, sübûtu kat'î olan Kur'an âyetlerinin
bile sebep olduğuna şâhid olmaktayız. Öyleyse konunun, yaklaşım tarzındaki
farklılıklar, metodoloji farklılığı, akıl yapısındaki farklılık, ilmî vukûfiyetteki
farklılık… gibi unsurlar da gözönünde bulundurularak bütün hâlinde değerlendirilmesi;
bu arada inşâ metoduna başvurularak üzerinde ittifak edilebilecek ortak
metinlerin tesbiti yoluna gidilmesi daha isabetli olacaktır[12].
Yazıya önem veren
sahâbenin, lafızların tesbîtinde nasıl davrandıklarına dâir elde farklı rivâyetler
vardır. Lafızla rivâyeti vâcip görenlerle mânâ ile rivâyete cevaz verenlerden
gelen haberleri biraraya toplayan el-Hatîb el-Bağdâdî (v.463)'nin el-Kifâye
fî İlmi'r-Rivâye'sinde[13], onunla aynı yılda
vefat eden İbn Abdi'l-Berr en-Nemerî'nin Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlih
adlı eserinde[14], ve onlardan önce
Dârîmî (v.255)'nin Sünen'inin mukaddime kısmında[15] bunun örneklerini görmekteyiz.
Hz. Hüseyin'in
torunu Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali (v.114)'nin rivâyet ettiğine göre, ashâb içerisinde
işittiğini aynen aktarma konusunda Abdullah b. Ömer (v.73) gibi titiz birisi
yoktu. O, Hz. Peygamber'den duyduğu bir hadisi naklederken ilâve ve eksiltme yapmaz, bunu câiz görmez, lafızda değişiklik yapanı uyarırdı[16]. Babası Hz. Ömer
(v.23): "Kim bir hadis işitir de onu duyduğu gibi tahdîs ederse, kurtuluşa ermiştir." diyerek[17], yukarıda tercümesini verdiğimiz نضر
الله امرأ سمع مقالتى فوعاها فأدّاها كما سمعها hadîsini "lafza
riâyet" anlamına alıyordu. Bu anlayışın Hz. Ömer'i, hadislerin devlet himâyesinde yazılması konusunu sahâbe-i kirâmla istişâre ettikten sonra, onların rızâlarının aksine davranarak vazgeçmeye sevkettiğini[18] ve oğlu Abdullah'ın ihtimâmına tesir ettiğini söyleyebiliriz. Zeyd b. Erkam (v.68), kendilerine hadis rivâyet etmesini isteyen
Abdurrahman b. Ebî Leylâ (v.83)'ya: "Yaşlandık ve unuttuk. Rasûlullahdan hadis rivâyet etmek ise mes'ûliyetli bir iştir." demişti[19]. Hz. Ebû Bekr, Zübeyr b. el-Avvâm, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Abbâs b. el-Muttalib gibi bazı sahâbîlerin az miktarda hadis rivâyet ederek temkinli davranmaları[20], Zeyd b. Erkam'ın dikkat çektiği "lafza riâyet
edememe"
korkusundan kaynaklanmış
olmalıdır[21]. Yoksa bundaki hikmet, dirâyetsiz bir rivâyet kargaşasının yaşanması korkusu değildir. Zira, sünnetin bizzat şâhidi olmaları hasebiyle hangi hadisin ne anlam ifâde ettiğini (farklı şekil ve seviyede de olsa) kavramış olan sahâbenin kaygısı, (lafzî-harfî) "yorumla" ilgili olmaktan ziyâde, "olduğu gibi aktarabilmek" idi. Kendisine hadis nakledilen kimsenin, sözün şâhidinden daha kavrayışlı olma ihtimâlinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından فإن الشاهد عسى أن يبلّغ من هو أوعى له
منه denilerek ifade edilmiş olması, üçüncü şahıslara rivâyet esnasında lafızda tasarruf yapılmamasına bir tenbih olsa gerektir.
Habîb b. Ubeyd'in rivâyet ettiğine göre Şam'da en son vefat eden sahâbî Ebû Ümâme el-Bâhilî (v.86), hadisleri, işittiğini aktarması üzerine vâcip olan bir kimse gibi (كالرجل
الذى عليه أن يؤدّى ما سمع) tahdîs ederdi[22]. Lafzen hadis rivâyet etmeye özen gösteren sahâbîlerden biri de İmrân b. Husayn (v.52)'dır. Hadisleri yanlışlıkla olduğundan farklı rivâyet edenlerin düştüğü duruma düşmekten çekindiği için
çok fazla tahdîsde bulunmadığını söyleyen İmrân b. Husayn: "Onlar
gibi ben de karıştırırım diye korkuyorum." diyerek[23], endîşesini dile getirmiştir.
Sahâbeden bazıları, hatâya düşüp Hz. Peygamber'in ağzından çıkmamış bir kelimeyi ona isnâd etmiş olmaktan sakınmak için, rivâyet ettikleri hadisin sonuna "ya da bunun benzerini söyledi" cümlesini ilâve
ederlerdi. Amr b. Meymûn (v.171)'dan gelen bir haber şöyledir: "Her
Perşembe akşamı mutlaka Abdullah b. Mes'ûd (v.32)'a gelirdim. Ben onun, bir şey için قال
رسول الله dediğini kesinlikle duymadım. Nihâyet bir akşam قال
رسول الله dedi.
Dedi ama, gözyaşlarına boğuldu, boyun damarları şişti. Düğmeleri çözülmüş bir halde şöyle devam etti:أو مثله أو نحوه أو شبيه به.[24]
Ebu'd-Derdâ (v.32) bir hadis naklettiğinde: "böyle", "bunun
gibi", "buna
benzer" ya da "bu şekilde" derdi. Diğer bir rivâyete göre: "Vallâhi ancak böyledir." ya da "bu şekildedir." derdi[25].
Enes b. Mâlik (v.91), hadis rivâyet ettiğinde: أو كما قال رسول الله der,
Abdullah b. Ömer (v.73) ise, rivâyet esnâsında titreyerek: نحو
ذلك derdi[26].
Zikrettiğimiz bu örnekler, önde
gelen sahâbîlerin, bir yandan Rasûlullah'ın sözlerini başkalarına tebliğ etme[27] gayretinden geri kalmadıklarını, diğer yandan "Kim bana bilerek yalan isnâd ederse, Cehennemdeki yerini hazırlasın." uyarısına şiddetle riâyet ettiklerini göstermektedir. el-Berâ b. Âzib (v.72)'in, uykudan önce okunacak duâyı kendisinden öğrendiği şekilde Hz. Peygambere arzederken, duâda geçen آمنت
بكتابك الذى أنزلت وبنبيّك الذى أرسلت cümlesini ورسولك şeklinde okuyunca peygamberin uyarısıyla karşılaşması[28], özellikle lafzıyla teabbüd edilen hadislerin aynen aktarılmasına dikkat edilmesini gerektiriyordu[29].
Lafızları korumaya özen gösteren ashâbın, mecbur kaldıkları zaman hadisin mânâsını naklettiklerine dâir bir kaç örnekle
karşılaşmaktayız. Mekhûl (v.112)'ün verdiği bilgiye göre, sahâbeden Vâsile b. el-Eska' (v.85): "Hadisi mânâsıyla tahdîs etmemiz sizin için yeterlidir." demiştir[30]. Tâbiûn'dan, hadis rivâyetinde takdim-tehir yapmaması ve lafzan rivâyete dikkat etmesiyle tanınan Muhammed b. Sîrîn (v.110) ise
şöyle demektedir: "On
kişiden hadis dinlerdim. Lafzı farklı, ama mânâları aynı
olurdu."[31].[32]
Sahâbeyi tâkîbeden nesilde mânâ ile rivâyet meselesinin daha belirgin bir şekilde ortaya çıktığını, mânâsı ile
hadis rivâyet edenlerin çoğalması üzerine bu konuda farklı görüşlerin ileri sürülmeye başladığını görmekteyiz.
İmam Mâlik b. Enes (v.179), pek çok insanla karşılaştığı halde niçin kendilerinden hadis yazmadığını soranlara: "Ben
ancak kafasından çıkanı (ne
rivâyet ettiğini) bilen kimseden hadis yazarım." demiştir[33]. Bu cevap, tasnif öncesinde hadislerin henüz hâfızalardan kitaplara tam anlamıyla geçirilmediği bir dönemde otoritelerin gösterdikleri ihtiyâta bir örnek teşkil etmekle birlikte, rivâyet ettiği şeyin anlamını iyi
bilen bir kimsenin onu mânâsı ile
nakletmesine bir mânî olmadığını da göstermektedir. Zira İmam Zührî (v.124), Yahyâ b. Saîd el-Kattân (v.198) ve İmam Şâfii (v.204) gibi âlimler, Kur'an-ı Kerîm'in yedi harf üzere indirilmiş olmasını örnek
vererek, lafızların farklı okunuşu onda bile câiz olunca mânâya isâbet etmek şartıyla bunun hadisler için de evleviyyetle geçerli olacağını söylemişlerdir[34]. Hasan-ı Basrî (v.110): “Mânâ
olmasaydı biz hadis rivâyet etmezdik.” (لولا المعنى ما حدثنا),
Süfyân es-Sevrî (v.161): "Bir hadîsi işittiğimiz gibi tahdîs etmek isteseydik, size bir harf bile nakletmezdik." (لو أردنا أن نحدثكم
بالحديث كما سمعنا، ما حدثناكم بحرف واحد), Vekî' (v.196) ise: "Mânâ
geniş olmasaydı insanlar
helak olurdu." (إن لم يكن المعنى واسعًا فقد هلك
الناس) diyorlardı[35]. Bu sözleri nakleden Sehâvî (v.902): "Lafızları aynen zabtedip tavizsiz olmada, pek çok hadisden elde edilecek faydayı ortadan kaldıracak bir zorluk ve sıkıntının bulunduğu şüphesizdir." yorumunu yapmaktadır. Sehâvî'nin ومن
أقوى الحجج كما قال شيخنا diyerek aktardığı hocası İbn
Hacer (v.852)'in görüşü ise
şöyledir: "Şerîatın, arap olmayanlara, iyi bilen biri tarafından kendi lisanları üzere
açıklanması imamların ittifâkıyla câizdir. Başka bir dil ile değiştirmek câiz olunca, arapçayı arapça ile değiştirmek daha evlâdır."[36].
Zikredilen bu ifâdeler, bir zarûrete binâen söylenmiştir. Yoksa aslolan, ibâreyi olduğu gibi muhâfaza etmektir. Musannefâtın sınırlı sayıda olduğu, hattâ kitaptan ziyâde hıfza önem verildiği bir dönemde, özellikle musannefât hâricinden hadis tahammül edenler[37] elden
geldiği kadar lafızları korumaya önem vermişlerdir. Örneğin yukarıda sözlerini iktibas ettiğimiz İmam Mâlik, Rasûlullahın hadislerini naklederken, ب-ت-ث harflerini, التى-الذى gibi kelimeleri karıştırmamaya dikkat ederdi[38]. Talebesi Eşheb b. Abdilazîz (v.204)'in verdiği bilgiye göre İmam Mâlik, Hz. Peygamberin sözlerinde mânâ aynı kalsa da takdîm-tehir ve ziyâde-noksan yapılmasını hoş karşılamadığını, onun hâricindeki kimselerin sözlerinde ise bunları câiz gördüğünü belirtmiştir[39]. el-Hatîb el-Bağdâdî'nin Ashâbü'l-Hurûf diyerek isimlerini verdiği sahâbe sonrası dönemin üç ünlü sîmâsı; el-Kâsım b. Muhammed (v.105), Muhammed b. Sîrîn (v.110) ve Recâ b. Hayve (v.112)'dir. [Ashâbü'l-Meânî dediği, mânâ ile rivâyeti tecviz eden üç kişi ise; İbrâhim en-Nehaî (v.96), Âmir b. Şerâhîl
eş-Şa'bî (v.103) ve el-Hasan el-Basrî (v.110)'dir[40]]. en-Nehaî, eş-Şa'bî ve el-Basrî, hadislerde takdîm-tehir yapılmasında bir beis görmezlerken, Muhammed b. Sîrîn: "Duydukları gibi aktarsalardı kendileri için
daha hayırlı olurdu." demiştir[41]. Süfyân es-Sevrî'den nakledildiğine göre, Amr b. Dînâr (v.126) hadisleri mânâ ile rivâyet ederken, İbrâhim b. Meysera (v.132) ancak duyduğu şekilde tahdîs ederdi[42]. Ahmed b. Hanbel'in verdiği bilgiye göre daha sonraki nesilden meşhur muhaddis Abdurrahman b. Mehdî (v.198), lafızla rivâyet etmeye önem verirdi[43]. Iraklı muhaddis İsmâil b. Uleyye (v.193), yaşca büyüğü olan Şu'be b. el-Haccâc el-Ezdî (v.160)'yi, hüküm ifâde eden bir
hadisi kendisinden kelime eksilterek aktarması üzerine hemen ikaz etmiştir[44]. et-Tîbî, el-Hulâsa fî Usûli'l-Hadîs adlı eserinde, lafza ihtimam gösteren isimlere, (Hz. Enes'in âzadlı kölesi) Abdü'l-Vâris, (Hemmâm'ın kardeşi) Vehb b. Münebbih (v.110), (ilk
müdevvinlerden İbn Ebî Arûbe'nin öğrencisi) Yezîd b. Zürey' (v.182) ve Süfyân b. Uyeyne (v.198)'yi de eklemektedir[45].
Usüllerde zikri geçen haberlerden derlediğimiz bu bilgiler ışığında, özellikle sahâbeden sonraki tabakanın, mânâ ile rivâyet husûsunda ikiye ayrıldıklarını müşâhade etmekteyiz. Hatta o dönemde, mânâ ile rivâyetin ortaya çıkardığı yeni bir problemin; tahdîs esnâsında lahn denilen "irab hatâları"nı düzeltip düzeltmemenin tartışmaya açıldığını görüyoruz[46]. Yine de o devirde, mânâlarla birlikte lafızların da elden geldiğince korunduğunu teslim etmek gerekir. Bu noktada Ahmed Muhammed Şâkir'in şu değerlendirmesi önemlidir: "Hadisleri inceleyen
bir kimse, sahâbenin (ya da ekseriyetinin) onları mânâ ile rivâyet ettiklerini, pek çok hadisi kendi ibâreleriyle ifâde ettiklerini görür. Ve yine onların çoğu, özellikle teşehhüd, duâ, namaz gibi lafzıyla ibâdet edilen şeylerde ve cevâmiu'l-kelim'de nebevî lafza önem vermişler; ef'âl ve ahvâl gibi şeyleri tarif ederken de tasarrufda
bulunmuşlardır. Aynı şekilde tâbiûnun da lafza önem verdiğini görüyoruz. Onların lafızlarının farklılık arzetmesi, hâfızanın güçlü ya da zayıf olmasıyla ilgilidir. Ancak onlar, belâğat ve fesâhat ehli idiler; Nebî (s.a.v.)'nin hallerine şâhid olan ve onun lafızlarını işitenlerden
hadis aldılar. Sonrakilere gelince; onlarda da lafza ihtimam bakımından gevşeklik azdı. Hatta çoğu, duyduğu gibi naklederdi. Bu yüzden büyük nahivci İbn
Mâlik, nahiv kâidelerine hadislerden delil getirme ve onları şiir
gibi şevâhid edinme yoluna gitti. Ebu Hayyân bunu hoş görmese de doğru olan İbn Mâlik'in tercîhidir. Şimdi ise, bir kimsenin hadisi mânâ ile rivâyet etmesine cevâz veren bir tek âlim bulamazsınız. Sohbet meclisleri müstesnâ. Ancak delil getirileceği ya da rivâyet olarak zikredileceği zaman hadisin mânâ ile rivâyeti câiz olmaz."[47].
Subhi Sâlih’in de
belirttiği gibi, hadislerin râvîlerine, dolayısıyla lafızlarına duyduğu güven
netîcesinde İbn Mâlik el-Endelûsî (v.672), onları kendi nahvî görüşlerini
desteklemek için şâhid olarak kullanmış, hatta bu nedenle en sahîh rivâyetlerin
toplandığı hadis kaynakları içerisinden İmam Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’i
üzerine bir de kitap te’lif etmiştir[48].
Hadislerin
musannefâtta sâbit hâle getirilişinin ardından, ulemâ arasında "Mânâ ile rivâyet
câiz midir, değil midir? Hangi şartlarda câizdir, ya da değildir?" gibi
sorular gündeme getirilmiş, farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ancak, hadislerin
tedvîn ve tasnîfi tamamlandıktan sonra, bu tartışmaların ne kadar lüzumlu ve geçerli
olduğu ayrıca tartışılmalıdır kanaatindeyiz. Nitekim Ahmed Muhammed Şâkir de
aynı düşüncededir[49]. Zira sonraki dönemlerde
hadisin lafzı hakkında bir tereddüt hâsıl olmuşsa, bunu ilk kaynaklara kadar
geri giderek telâfî etmek mümkün olabilmiştir.
* *
*
* Arş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[1] Bu konuda en geniş bilgiyi, Ahmed Muhammed Şâkir'in de işâret ettiği gibi
Tâhir el-Cezâirî'nin Tevcîhü'n-Nazar ilâ Usûli'l-Eser (Beyrut
1995)'inde bulmaktayız. Bkz. II/671-703.
[2] Biz adı geçen kitabın baskıya verilmeden önceki orijinal halini incelemiş
idik (Doktora tezi, Ankara 1995). Daha çok dipnotlarda eleştiri konusu
edeceğimiz bu yedi sahifelik bölümü, sonradan ilk baskısıyla da karşılaştırdık.
Eserdeki sahife rakamlarına işaret ederken önce orijinal teze, sonra tırnak
içinde matbu nüshaya ait rakamı vereceğiz.
[3] Eserin bütününe ait bir eleştiri yazısı Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Y. Lisans öğrencisi olan İshak Emin Aktepe
tarafından kaleme alınmıştır. 06.06.1998 tarihli 13 sahife tutarındaki basılmamış
bu makalede, sözkonusu kitap içinden “kaynak tahrifi, tercümelerde kasıtlı
çıkarım ve uydurma fikir isnadı” ile ma’lûl dokuz adet örnek seçilmiş, yazar
ağır bir dille tenkid edilmiştir.
[4] نضر الله امرأ سمع مقالتى فوعاها فأدّاها كما
سمعها ، فرُبَّ مبلَّغ أوعى من سامع ورب حامل فقه ليس بفقيه ورب حامل فقه إلى من
هو أفقه منه . Bu hadis,
Buhârî, Müslim, Nesâî ve Muvatta dışında kalan Kütüb-i Tis'a'ya dâhil diğer kaynaklarda; İbn Mes'ûd, Zeyd b. Sâbit,
Muâz b. Cebel, Cübeyr b. Mut'im, Ebu'd-Derdâ ve Enes b. Mâlik'den toplam 17 yerde rivâyet edilmiştir.
[6] A.g.e.,2/176; Dârimî, hadis no. 492.
[7] M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, İstanbul 1993, s.44. Ayrıca Ali b. el-Medînî, Amr b. Şuayb hakkında: "Sikadır, kitabı sahihdir." demektedir. Onun bu ifâdesi, sâhip olduğu eserlerin ilk musanniflere ulaştığını
gösterir. el-Askalânî, İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
Beyrut 1996, IV/335.
[8] Râmehürmüzî'nin
el-Muhaddisü'l-Fâsıl'da, Fesevî ve Vâsıtî’nin Târîh’lerinde rivâyet ettikleri bu haber için bkz. el-A'zamî, a.g.e., s.48; Muhammed Hamîdullah, Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahîfe-i Hemmâm İbn Münebbih, İstanbul 1967, s.38.
[9] İbn
Sa'd'ın Tabakât'ından naklen A'zamî, a.g.e., s.40-41.
[10] A'zamî, a.g.e., s.34-58.
[11] Mehmet Emin Özafşar’ın sonradan Hadîsi Yeniden Düşünmek (Ankara1998)
adıyla basılan Doktora tezinde, fıkhın genel ve özel kâidelerine dayanak
gösterilen bu tür kısa rivâyetlerden sekiz tanesi incelemeye alınmıştır. Bkz.
s.106-162. Ancak bunların çoğu hadis kriterleri açısından merfû ve makbul
olmayan örneklerdir. Biz, küllî kâideleri değil tafsîlî delilleri
teşkil eden sahih rivâyetlerin ayrıca incelenmesi lüzumuna inanıyoruz.
[12] Mehmet Görmez, Hz. Peygamber'in sözlü ifâdelerinin çok büyük bir kısmının orijinal lafızlarıyla değil, mânâ rivâyeti ile geldiğine örnek olarak iki
meşhur hadisi seçmiştir. Bunlardan biri إنما
الأعمال بالنيات
hadisidir. Bkz. Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, s.230[195]. Dört
farklı şekilde geldiğini
söylediği hadis, aslında iki farklı şekilde gelmiştir. Hasr edatı olan إنما ile ve bu edat bulunmaksızın. العمل
- الأعمال ، النية - النيات şeklindeki tekil-çoğul farkının çok da önemli olmadığını düşünüyoruz. Zira istiğrak ifade eden harf-i ta’rîf, hadîse kapsayıcı
ve vurgulu bir anlam yüklemeye kâfidir. Ayrıca fıkıh âlimlerinin bu hadis
üzerindeki değerlendirmelerinde öne çıkan ihtilaf, lafız kaynaklı değildir.
Aksine, hadisten hakîkî anlamın mı yoksa mecâzî anlamın mı çıkarılacağı; الأعمال kelimesinin
başına muzâf olarak hangi kelimenin (ba’z, hükm, cezâ’, fâide) takdir edilmesi
gerektiği husûsunda ihtilaf edilmiştir. Bkz. M.Emin Özafşar, Hadîsi Yeniden Düşünmek, s.114-117. Niyet hadisi 100 ayrı tarîkden bir harf değişmeden
gelseydi bile, aynı fikrî münâkaşanın cereyân etmesi kaçınılmazdı. Hadîsin Kütüb-i
Tis’a’da geçtiği yerlerleri bilgisayar
vasıtasıyla
taradığımızda ortaya çıkan netice şudur: إنما الأعمال بالنية şeklinde; Buhârî’de iki, Müslim’de
(biri bâb başlığında) iki, Tirmizî ve Müsned’de birer, Nesâî’de ise üç kez
olmak üzere toplam dokuz yerde rivâyet edilmiştir. إنما الأعمال بالنيات şeklinde; Buhârî, Ebû Dâvud ve İbn
Mâce’de birer kez olmak üzere toplam üç yerde rivâyet edilmiştir. إن الأعمال بالنية şeklindeki
rivâyet sadece Buhârî’de ve bâb başlığında (senedsiz olarak) geçmektedir. إنما العمل بالنية Müsned’de bir yerde; العمل بالنية ise Buhârî’de bir yerde rivâyet
edilmiştir. الأعمال بالنية rivâyeti
sadece Buhârî’de ve biri bâb başlığında olmak üzere toplam beş yerde
nakledilmektedir. Dârimî ve Muvattâ (Yahyâ b. Yahyâ
nüshası)’da ise bu hadis bulunmamaktadır. Bkz. Mevsûatü’l-Hadîsi’ş-Şerîf
2.0, Global Islamic Software Company, 1997. Görüldüğü üzere en muteber kaynaklar içinde sâdece Buhârî'nin
Sahîh'inde hasr edatının kullanılmadığı rivâyetler mevcuttur. Eserine
hasr edatı bulunan meşhur rivâyeti zikrederek başlangıç yapan Buhârî'nin, dört
yer dışında hadîsi mânâsıyla naklettiği
akla gelmektedir. Zira
bir hadisi bir yerde bütünüyle verdikten sonra, başka yerde mânâsıyla nakletmek onun
âdetlerinden
biridir. Hattâ Sahîh'ine niyet hadisi ile başlayan Buhârî'nin, diğer yerlerde rivâyet ettiklerine aykırı olarak, hadisin devamındaki فمن
كانت هجرته إلى الله وإلى رسوله… cümlesini
burada zikretmeyişi şârihleri uğraştırmış bir konudur. İbn Hacer'in tesbîti şöyledir: "Musanniflerin âdeti, eserlerinin
mukaddime kısmına kendi görüş ve metodları hakkında gerekli ıstılahları koymaktır.
Buhârî'nin görüşleri ise; hadisi
kısaltmanın (ihtisârın) ve mânâ ile rivâyetin cevâzı, istinbâtta dikkatli davranma, anlamı gizli olanı açık olana tercih etme, semâ sîgası ile gelen bir senedi diğerlerinden üstün tutma gibi şeylerdir. İşte Buhârî, bunların hepsini burada; senediyle ve metniyle bu hadiste icrâ etmiştir. Bkz. Fethu'l-Bârî, Kahire 1986, I/22; Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Ankara 1988, s. 68-69. Ayrıca bu hadisin
teknik
anlamda ğarîb
(ferd-i
mutlak) olduğunu Mehmet Görmez de kabul
etmektedir. Her tabakadaki râvîsi en az iki kişi olmadıkça, bu gibi haberlerde farklılıkların görülmesi doğaldır. Buna rağmen kaynakların birarada değerlendirilmesinin ortaya çıkardığı sonuç, hadisteki ifâdenin %90 orijinal
hâline uygun
geldiğini göstermeye kâfîdir. Kaldı ki, bu rivâyeti (konuyla ilgili diğer
yakın rivâyetlerin ortak noktası olarak) mütevâtir addeden âlimler, bu tevâtürün
lafzî değil mânevî olabileceğinde karar kılmışlardır. Bkz. M.Emin Özafşar, a.g.e., s.111,116.
Niyet hadisiyle ilgili olarak, M.Emin Özafşar’ın
bazı yanlış tespitlerine de kısaca değinmek yerinde olacaktır. “Hattâbî
(388/998) kendi ellerinde bulunan bütün Buhârî nüshalarında hadîsin eksik olup
yarısının kayıp bulunduğunu söyler ve hatta hayretini gizleyemeyerek şöyle der:
Nasıl böyle bir gaflet olabilir? Bilemiyorum.” Bkz. a.g.e.,
s.112. Şârih Hattâbî’nin cümlesi öyle bir şekilde sunulmuştur ki, okuyucu,
verilen bu kararın mutlak olarak niyet hadisini nitelediğini zannetmektedir.
Oysaki Hattâbî’nin sözleri Sahîh’in ilk bâbındaki ilk hadisle ilgilidir ve iki
paragraf aşağıda yazarın: “Ayrıca rivâyetin metnindeki فمن كانت هجرته إلى الله ورسوله cümlesinin
Buhârî’nin ilk rivâyetinde yer almaması da şârihleri zor durumda bırakmıştır.”
diye başlayıp devam eden izâhata dâhildir. Yani ortada hadisle ilgili iki ayrı
konu bulunmamaktadır. İbnü’t-Tîn’in Hattâbî’den özetlediği ve Fethu’l-Bârî’de
zikri geçen yukarıdaki cümle, Hattâbî’nin (A’lâmü’l-Hadîs fî Şerhi
Sahîhi’l-Buhârî, Mekke 1988, I/108-110’daki) orijinal ifadesiyle
aslında şöyledir: “Hadis Nesefî’nin Buhârî’den rivâyet ettiği nüshada böyle
eksik ve yarısı gitmiş halde bulunmaktadır. Arkadaşlarımın nüshalarına müracaat
ettiysem de, hepsini noksan buldum. Ferebrî nüshasının da aynı şekilde olduğunu
gördüm. Buhârî’ye Sahîh’i arz eden râvîler tarafından böyle bir ihmal
(iğfâl) nasıl ortaya çıktı?, anlamıyorum… Bu hatânın Humeydî’den
kaynaklanmadığında şüphe etmiyorum… Kusûrun nereden kaynaklandığını Allah
bilir…” (Cümlenin tamamı ve hadis üzerindeki yorumlar için bkz. Ahmet Tahir
Dayhan, Buhârî’ye Yöneltilen Bazı Tenkitler, basılmamış Y.Lisans
tezi, İzmir 1995, s.108-115). Özafşar;
“İbn Arabî’nin de İbnü’t-Tîn gibi düşünerek, Buhârî’nin, hocası Humeydî’yi
senedden düşürmede mazur sayılamayacağını belirttiğini, Dâvûdî’nin ise bunun
Buhârî’den kaynaklandığını söylediğini” Fethu’l-Bârî’den nakletmektedir.
Halbuki düşen; seneddeki ilk râvî değil, hadisin ortasındaki bir cümledir.
İbârede geçen “Iskât” kelimesi yanlış tercüme edilmiştir. Bir başka yerde
yazar, hadîsin fıkhî çözümleme/muhâkeme sonucu لا عمل إلا بالنية
formülasyonuna dönüştüğünü, Hz. Peygamberin hukûkî maksatla değil sosyal
bir münâsebetle yaptığı genel değerlendirmenin rivâyet metinlerine
aksettiğini söylemekte (s.115 ve 118) ve dolayısıyla râvîlerin fıkhî
hadislerde tasarruf/oynamalarda bulunduklarını îmâ etmektedir. Oysa buna delil
olarak verdiği tek örnek, Beyhakî’nin Enes b. Mâlik’ten rivâyet ettiği لا عمل لمن لا نية
له
hadîsidir. (Bkz. es-Sünenü’l-Kübrâ, Mekke 1994, I/41). Bu cümle
yazarın söylediği gibi bir çözümleme ya da formülasyon değil, niyyet hadisinden
ayrı, başka bir rivâyettir. Diğerinden farklı olarak sosyal bir hâdise üzerine
değil, abdest alırken misvaklanmanın parmaklarla da yapılabileceğini belirtmek
için; yani fıkhî bir maksadla söylenmiştir. Ayrıca Enes b. Mâlik’ten nakilde
bulunan şahsın kimliği mechûl olduğu için hadis zayıftır. Aynı hadîsin İbn
Asâkîr’in Emâlî’sinde müsned olarak nakledilen iki versiyonunun
biri münker, diğeri ise şâzz’dır. Bkz. el-Askalânî, İbn Hacer, Telhîsu’l-Habîr,
Medîne 1384, I/150. Bu sebeple, ikinci hadisi birinciden çıkmış gibi gösterip,
fakihlerin sonradan kitaplarında formüle ettikleri ifadeleri rivâyet üzerinde
râvî tasarrufu gibi algılamak son derece yanlış netîceler doğurabilir.
Mehmet Görmez'in: "Hemen hemen bütün hadisler
sahâbeden itibâren lafzen değil mânâ ile ifâde edilmiştir." diyerek verdiği
diğer bir örnek ise, 70 kadar sahâbîden nakledilen ve ulemânın ittifâkiyle
lafzî mütevâtir kabul edilen من كذب علىّ
متعمدا فليتبوأ مقعده من النار hadisidir. "Kasden"
متعمدا)) ifâdesinin bazı rivâyetlerde
bulunmadığını söyleyen Görmez, İbn Kuteybe'nin Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadîs'inden,
"Zübeyr b. Avvâm'ın yemin ederek, Rasûlullah'ın bu kelimeyi söylediğini
duymadığını" nakletmekte ve dolayısıyla sahâbenin müdreci olduğuna
karar vermektedir. Halbuki, Zübeyr b. Avvâm'ın torunu Âmir b. Abdillah, sahâbî
olan babası Abdullah b. Zübeyr vâsıtasıyla dedesinin aynı hadisi متعمدا)) lafzıyla söylediğini
nakletmektedir. Bkz. Ebû Dâvud, hadis no. 3651; İbn Mâce,
hadis no. 36. Şu durumda İbn Kuteybe'nin senedsiz naklettiği bu muallak haberde bir zayıflık sözkonusudur. (İbn Kuteybe'deki bu rivâyeti, رُوِىَ عن الزبير lafzıyla Tâhir el-Cezâirî'de
de görmekteyiz. Bkz. Tevcîhü'n-Nazar, I/59). Ayrıca bir hadisin “lafzen” mütevâtir olması demek,
hadisin o terkîbinin mütevâtir olması demektir. Ona yakın diğer ifadeler
tevâtürü ortadan kaldırmaz. Sahih isnadla geldikleri halde kabul görmemiş şâz
kıraatlerde olduğu gibi bunda da muteber olan; üzerinde ittifak edilen
terkibdir. Mehmet Görmez'in kendi tezini
şüpheye yer bırakmadan kabul ettirebilmek için, biri çok meşhur diğeri çok
muteber iki hadisi örnek verirken daha dikkatli davranması, nahif nakillerle yetinmek yerine daha isâbetli delillere yer vermesi gerekirdi. Naklettiğimiz
sözleri için bkz. a.g.e.,
s.227[192].
[13] el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi'r-Rivâye,
Beyrut 1986, s.205-246.
[14] İbn Abdi'l-Berr en-Nemerî, Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlih ve mâ Yenbeğî
fî Rivâyetihî ve Hamlih, Beyrut, tarihsiz, s.78-81.
[15] Dârimî, I/71-74,79.
[16] el-Kifâye, s.205,208; Dârimî, I/79, hadis no. 324; İbn Mâce, I/4, hadis no. 4; Müsned, II/82. Ahmed b.
Hanbel’in Müsned’inde aynı yerde, مثل المنافق كمثل الشاة بين الغنمين hadisiyle ilgili olarak, İbn
Ömer’in Ubeyd b. Umeyr’e bir tek kelime yüzünden itirazı nakledilmektedir.
Ayrıca, Hz. Âişe’nin Abdullah b. Amr’a yeğeni Urve’yi göndererek aynı hadisi
iki farklı zamanda sordurtması ve onun lafızda fazlalık/eksiklik yapmadığını
tesbit ettirmesi hakkında bkz. Müslim, III/2059, hadis no: 2673.
[18] A'zamî, a.g.e., s.55.
[19] İbn Mâce, I/11, hadis no.25; Müsned, IV/370,372.
[20] Tevcîhü'n-Nazar, I/58.
[21] Mehmet Görmez, adı geçen sahâbîlerin hadis rivâyetinden çekindiklerini
söyledikten sonra: "Meselâ Aşere-i Mübeşşere'den kabul
edilen Saîd b. Zeyd'in rivâyet ettiği tek bir hadis mevcut değildir. Buhârî ve Müslim tarandığı zaman, Hz. Peygamber tarafından ümmetin emîni olarak tavsif edilen Ebû Ubeyde'nin bir tek hadisine rastlamak mümkün değildir." demektedir. Bkz. Metodoloji Sorunu, s.225[191]. Hz. Peygamber'den 7-8 yıl sonra vefat eden Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (v.18)'dan, Sahîhayn dışındaki yedi hadis kaynağında toplam 21 yerde hadis rivâyet edilmiştir. Tekrarlar çıkarıldığında bunlar, 15 hadis kadardır. Buhârî ve Müslim'de bulunamadı diye, onun hiç hadis rivâyet etmediği izlenimini vermek doğru değildir. Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadîs'den naklen, Saîd b. Zeyd (v.51)'den gelen bir tek hadisin bulunmadığını söylemesi ise fâhiş bir hatâdır.
Zira, Muvatta hâriç, diğer sekiz kaynakta kendisinden
76 yerde nakil
yapılmıştır. Tekrarlar çıkarıldığında, 16-17 hadis kalmaktadır. Yazarın
buna
benzer bir genellemeyi daha önce “Dirâyetü’l-Hadîs” başlığını koyduğu
bir bölümde de yapmış olması dikkat çekicidir. “İbnü’s-Salâh’ın Ulûmü’l-Hadîs
adlı eserinde Dirâyetü’l-Hadîs ile ilgili tek bir kelime mevcut değildir.”
demekte, müellifin konuyla ilgili cümlelerini gözden kaçırmaktadır. Tenkîdi
için bkz. İshak Emin Aktepe, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve
Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu Adlı Eser Üzerine, basılmamış makale,
s.10.
[22] el-Kifâye, s.206.
[24] Dârimî, I/72, hadis no.276; İbn Mâce, I/10, hadis no. 23; Müsned, I/423,452. İbn Sîrîn'in ifâdesiyle: "yüzü kireç gibi olurdu.". Bkz. Dârimî, I/72, hadis no. 277.
[25] A.g.e., I/72-73, hadis no. 274,275. (أللهم إلاّ هكذا أو كَشَكْلِهِ). Mehmet Görmez, aynı ifâdeyi أللهم
إنْ لَمْ يكن هكذا فك شكله diye kaydederek nakletmiş, bunun için de Dârimî'yi kaynak vermiştir. Halbuki Dârimî'deki ifâde gösterdiğimiz
şekildedir. Onun naklettiği cümle Câmiu Beyâni'l-İlm, s.78'de (فكَشَكْلِهِ...(
ibâresiyle kayıtlıdır. Ayrıca Görmez, kaynağını yanlış verdiği ve hattını yanlış aktardığı bu cümleyi: "Allahım,
eğer böyle değilse aslını
ortaya çıkar." şeklinde tercüme ederek üçüncü bir yanlış daha yapmıştır. Bkz. Metodoloji Sorunu, s.226.
[26] Bkz. Dârimî, hadis no. 282,283,287; Câmiu Beyâni'l-İlm, s.79.
[27] Hz. Peygamber'in نضّر الله امرأ... hadisinden ayrı, vedâ haccında şöyle bir buyruğu vardır: لِيُبَلِّغِ الشَّاهدُ الغائبَ. فإن الشاهدَ عسى أنْ
يُبَلِّغَ مَنْ هو أوعى له منه bkz. Buhârî, I/24, K.İlm, bab.9; Müslim, II/1306, K.Kasâme, bab.9, hadis no. 1679.
[28] Buhârî,
I/67, K.Vudû’,
bab.75.
[29] Bu konuda sonraki ulemâ arasında da ittifak
bulunduğu, mânâ ile rivâyete şartlı olarak cevaz verenlerin görüşleri arasında
zikredilmektedir. Bkz. Tevcîhü'n-Nazar, II/685. Zikirlerin lafızları
tevkîfîdir ve kıyasla bilinemeyecek bazı esrâr ve husûsiyetleri vardır. Bu yüzden
vârid olduğu lafzı muhâfaza etmek gerekir. Bkz. es-Sehâvî, Muhammed b. Abdirrahman,
Fethu'l-Muğîs bi Şerhi Elfiyyeti'l-Hadîs, Beyrut 1992, III/146.
[30] Dârimî, hadis no.321; Câmiu
Beyâni'l-İlm, s.78-79; Râmehürmüzî, el-Muhaddisü’l-Fâsıl, Beyrut
1404, s.536.
[31] Câmiu Beyâni'l-İlm, s.79.
[32] Hz. Peygambere âit (merfû) hadislerin mânâ ile rivâyetini câiz görenlerin
delil olarak kullandıkları iki hadis vardır. a) Bazı sahâbîler Hz. Peygambere gelerek: "Yâ Rasûlallah! Biz senden bir
hadis işitiyoruz, ancak onu işittiğimiz gibi nakletmeye güç yetiremiyoruz."
dediler. O da şöyle buyurdu: "Haramı helal, helali haram kılmaz, mânâda da
isâbet ederseniz bunda bir beis yoktur.". b) Yine bir grup sahâbî, Hz. Peygamber'e: "Yâ Rasûlallah! Sizden bir hadis
iştiyoruz. Ancak bunda eksiklik - fazlalık, takdim - tehir yapıyoruz." dediler.
O da: “
من كذب علىّ derken ben bunu kastetmedim.
Beni ayıplamak ve İslâma leke sürmek gâyesiyle hakkımda yalan uyduranları
kastettim.” buyurdu.
Bu iki
hadis
Taberânî'nin el-Mu'cemü'l-Kebîr'inde (no. 6491 ve 7599) zikredilmektedir.
Ancak Sehâvî'nin belirttiği gibi, her iki hadisin de aslı yoktur. İki
hadis de el-Cûzekânî'nin el-Ebâtîl adlı eserine ve İbnü'l-Cevzî'nin Mevzûât'ına alınmıştır. Bkz. Fethu'l-Muğîs, III/ 145-146. el-Kifâye, s.234. Mehmet Görmez, bu iki hadîsi durumlarına bakmadan tezinde delil olarak kullanmış,
üstelik, Dârimî'de kesinlikle bulunmadıkları halde Sünen'in Mukaddime'sini kaynak göstermiştir. Bkz. Metodoloji Sorunu, s.224[190]. (Tezin kitap halindeki baskısında, ilkinin dipnottan
çıkarıldığı, ikincisinin ise yerinde bırakıldığı farkedilmektedir). Kanaatimizce bu bir tâbiî sözü olabilir. el-Hatîb
el-Bağdâdî'nin Abdullah b. Ömer'den naklettiği bir haberin sonunda râvî
Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr: "Haramı helal, helali haram kılmazsan, bir şeyi
takdim ya da tehir etmen sana zarar vermez, ikisi de birdir." demiştir. el-Kifâye,
s.208. Aynı ifâdenin bir benzerini imam Zührî'de de görmekteyiz. Fethu'l-Muğîs,
III/144.
[34] A.g.e., III/143-144.
[35] A.g.e., III/143. Bir de yine Süfyân es-Sevrî'den nakledilen: إن قلتُ إنى أحدّثكم كما سمعتُ فلا تصدّقونى فإنما هو المعنى sözü vardır. (Bu söz Mehmet Görmez tarafından Süfyân b. Uyeyne'ye, aynı zamanda yanlış bir
ölüm tarihi verilerek atfedilmiştir. Bkz. Metodoloji Sorunu, s.228[193]). Süfyân es-Sevrî, Halîfe el-Mehdî'nin tevkif emri üzerine Mekke'den Basra'ya kaçmış, hayâtının
son bir kaç senesini saklanarak geçirmiştir. Hâfızasını kitaplarını baştan aşağıya okumak sûretiyle tazeleyen Süfyân, işte bu devrede olacak ki, kitaplarını
yıllarca görememiş ve onları başka şehirlerden yanına getirtememiştir. Bkz. A'zamî, a.g.e., s.149. Bu sözü o zamanlar söylemiş olması muhtemeldir.
[36] A.g.e., III/145.
[37] Bu istisnâ Sehâvî'nin
şu sözlerinden alınmıştır: (هذا كله فيمن تحمّل من غير التصانيف). Fethu'l-Muğîs, III/147.
[38] el-Kifâye, s.213.
[39] Câmiu Beyâni'l-İlm, s.81.
[40] el-Kifâye, s.220. Ayrıca bkz. Câmiu Beyâni'l-İlm, s.80.
[41] Dârimî, hadis no.322,325.
[42] Tevcîhü'n-Nazar, II/689.
[43] Fethu'l-Muğîs, III/147.
[44] A.g.e., III/137; Tevcîhü'n-Nazar, II/684. Şu'be, İsmâil b. Uleyye'nin
نهى عن أن يَتَزَعْفَرَ الرجل cümlesini, نُهِىَ
عن التَّزَعْفُر
şeklinde mutlak bir ifâdeyle nakletmesi üzerine tenkid edilmiştir.
[45] Tevcîhü'n-Nazar, II/695; matbû olan bu eserin 116. sahifesinden naklen.
[46] eş-Şa'bî, el-Evzâî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali, el-Kâsım b. Muhammed, Atâ b. Rebâh ve Yahyâ b. Maîn, hadislerdeki dilbilgisi hatâlarının düzeltilmesi taraftarıydılar. Bkz. Câmiu Beyâni'l-İlm, s. 78,80.
[47] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâisü'l-Hasîs Şerhu İhtisâri Ulûmi'l-Hadîs li'l-Hâfız İbn Kesîr, Beyrut 1408, s.106-107. Cemâlü'd-Dîn
İbn Mâlik el-Endelûsî (v.672)'nin yukarıda zikredilen bu tutumu, Ebû Hayyân el-Endelûsî (v.745) tarafından Şerhu't-Teshîl'de şu sözlerle tenkit edilmiştir: "Musannif,
arapçanın genel kâidelerini isbat için hadislerde vârid olan şeylerden çokca delil getirmiştir. Öncekilerden ve sonrakilerden ondan başka bu metoda başvuranı görmedim.
Üstelik nahvin kurallarını ilk koyan, arap lisânının
hükümlerini ilk inceleyen Basralı imamlardan Ebû Amr b. el-Alâ', İsâ b. Ömer, Halîl b. Ahmed ve Sîbeveyh; Kûfeli imamlardan el-Kisâî, el-Ferrâ', Ali b. Mübârek el-Ahmer ve Hişâm ed-Darîr böyle bir şey yapmamışlardır. Müteahhirûndan hem Basra ve Kûfe ekolüne mensup olan nahivciler, hem de Bağdad ve Endülüs nahivcileri bu konuda onlara tâbî
olmuşlardır.". Tevcîhü'n-Nazar, II/700; Süyûtî'nin
el-Iktırâh fî Usûli'n-Nahv'inden naklen.
Dr. Subhi es-Sâlih, Lügat ve Nahivde Hadisle İhticâc
adını verdiği bir bölümde konuyu ele alarak iki önemli örnek vermektedir. Biri,
zaman zaman şiir rivâyetiyle de uğraşan Şu'be b. Haccâc'ın: "Allah'a yemin
ederim ki ben, şiir rivâyetinde hadistekinden daha serbest davranıyorum."
demesidir. Diğeri, İmrân b. Husayn'ın Basra'ya geldiğinde şiir ve hadis rivâyetine
ayrı ayrı zaman tahsis etmekle birlikte şiire daha çok ağırlık vermesi, eğer istese
devamlı sûrette iki gün hadis rivâyet edebileceğini söylemesidir. Subhi es-Sâlih
devamla diyor ki: "Siz, bütün bunlardan sonra, eski nahivcilerin çoğunun
hadisle ihticâcı terkederek şiirle ihticâc etmelerine şaşmaz mısınız? Dağ gibi
ağaçları bırakıp çalı-çırpıya sarılmaları sizi dehşete düşürmüyor mu?...İlk nahivcilerin
durumuna hayret etmemek kâbil değildir. Çeşitli bâb ve fasıllar hâlinde tertib
ettikleri kâidelere misal arayıp durdukları halde, Rasûlullahın hadislerine mürâcaat
etmemeye gönülleri nasıl râzı oldu? Halbuki onlar, muhaddislerin gerek şifâhen
ve gerekse isnad yoluyla rivâyet edilen haberler için ileri sürdükleri şartların
en doğru nakilleri ve en sağlam sözleri temin ettiğini de bilirler!...".
Râvîlerin bir kıssayı değişik lafızlarla rivâyet etmesini ve arap olmayan pek çok
râvînin farkına varmadan dil hatâsı yapmasını ihticâca mânî gören Ebû Hayyân'a
cevap olarak Subhi es-Sâlih; mânâ ile rivâyeti ancak yaratılıştan arap olan
sahâbe, tâbiûn, büyük fakih ve imam râvîlerin yapabileceklerini; râvînin sarf
ve nahvi mükemmel sûrette bilmesinin, lafzın medlûl ve maksatlarına vâkıf olmasının
ve Hz. Peygamber hiç lahin (irab hatâsı) yapmadığı için
lahin yapmadan rivâyete muktedir olmasının şart koşulduğunu belirtir. Sözlerine
şöyle devam etmektedir: "Mütekaddim lügatçi
ve nahivcileri mazur gösterecek sebepler araştırdığımız takdirde görürüz ki, o
gün için Rasûlullahın sahih hadisleri bol miktarda ellerinde bulunduğu halde
onları hadîsin dışındaki kıraç arâzîde otlamaya mahkûm eden sebeplerin başında,
az meşgûliyet, nâdir rivâyet ve pek az kitâbın mevcut olması gelir.". Sonraki
lügatçilerin mu'cemlerinde hadisleri şevâhid olarak kullandıklarını söyleyen
Subhi es-Sâlih, İbnü't-Tayyib'in şu sözlerini nakleder: "Bu meselede
Ebû Hayyân'ın Şerhu't-Teshîl'de ve Ebü'l-Hasen ed-Dâî (v.680)'nin Şerhu Cümel'de ortaya koydukları görüş
dışında, hadisle ihticâca muhâlif olan bir nahiv âlimi bilmiyoruz. Süyûtî de bu
iki zâtın kanâatine tâbî olmuştur.". Bkz. Subhi es-Sâlih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, M.Yaşar Kandemir
Tercümesi, Ankara 1988, s.281-287.
[48] Mehmet Görmez, Mânâ ile Rivâyet’ten bir önceki
konuda hadislerin atlattığı bâdirelerden istinsah faktörünü anlatırken, Buhârî’nin
Sahîh’ini kendisinden rivâyet eden beş râvîden sadece ikisinin (Ferebrî ve
Nesefî) öne çıkarak diğer nüshaların unutulduğunu, hattâ Ferebrî nüshasının
şöhreti nedeniyle Nesefî’yi de unutturduğunu Fuad Sezgin’den nakletmekte, Buhârî
metninin bile aslında karmakarışık müsveddeler halinde râvîlere intikal
ettiğini vurgulamaya çalışmaktadır. Rivâyet farklarını ortadan kaldırmak
isteyen Yûnînî (v.701)’nin bazı metinlerin irâbı konusunda nahivci İbn Mâlik’e
danışmasını da “lafızların orijinalliği konusundaki kuşkuların o döneme kadar
devam ettiğinin göstergesi” olarak değerlendirmiştir. Bkz. Metodoloji Sorunu, s.[188-189]. el-Câmiu’s-Sahîh’i müellifinden tahdîs eden beş râvî;
Ferebrî (v.320), Nesefî (v.294), Nesevî (v.290 civarı), Bezdevî (v.329) ve
Mehâmilî’dir. Beşinci râvî, Buhârî’nin Bağdad’a son gelişinde tertib edilen imlâ
meclislerinde yanında Sahîh’in bir nüshası olmadan hadisleri semâ’ etmiştir. Bu
yüzden ondan rivâyette bulunanların nüshalarında fâhiş hatâlar vardır. Nesevî, Sahîh’in
bazı bölümlerini Buhârî’den dinleyememiş, Nesefî ise dinleyemediği kısmı Buhârî’den
aldığı icâzetle rivâyet etmiştir. Aralarında en güvenilir nüsha Muhammed b.
Yûsuf el-Ferebrî’ninkidir. Ferebrî, Sahîh’in tamamını biri h.248’de Ferebr’de,
diğeri h.252’de Buhâra’da olmak üzere iki kez müellifinden semâ’ etmiştir. Onun
nüshası ise kendisinden dokuz râvî ile nakledilmiş, bunlar arasında en güvenilir
üçü olan Müstemlî, Serahsî ve Küşmîhenî’nin nüshaları Hâfız
Ebû Zerr el-Herevî’ye intikal etmiştir. el-Câmiu’s-Sahîh’e yazdığı
şerhin baş tarafında, gerek Buhârî’nin ilk dört râvîsinden, gerekse Ferebrî’nin
dokuz râvîsinden gelen nüshaların kendisine ulaşan rivâyet tarîklerini ayrı
ayrı zikreden İbn Hacer el-Askalânî, metinlerin zabt ve temyîzi bakımından en
güvenilir olan Ebû Zerr nüshasını esas aldığını, bununla birlikte gerektiği yerde
farklılıkları tesbit için diğerlerine de işaret ettiğini belirtir. Fethu’l-Bârî,
I/7-10. Görüldüğü üzere Buhârî metnindeki tüm farklılıklar son derece dakik bir
biçimde mevcut şerhlerde kayda geçmiştir. İbrâhim b. Ma’kil en-Nesefî’nin
nüshasındaki düzen bozukluğunu (Ferebrî’ninkine kıyasla) bizzat görmek isteyenler,
onu esas alan Hattâbî’nin dört ciltlik matbû şerhini tedkik edebilirler.
İbn Mâlik’in gramatik hadis tahliliyle ilgili olarak kaleme aldığı Şevâhid
adlı eseri üzerine yazarın, bizzat mütâlaa etmeksizin yorum getirdiği görülmektedir.
Bibliyografya’da adının kaydedilmemesi, kitabın kendisi tarafından hiç
görülmediği izlenimini doğurmaktadır. Dr. Tâha Muhsin tahkîki ve Irak
Vakıflar Bakanlığı tab’ıyla elimizde bulunan Şevâhid’in mukaddime
kısmı (s.7-44), muhteviyat hakkında doyurucu bilgiler vermektedir. Buna göre; Endelüs’ten
göç edip Dımeşk’e yerleşen İbn Mâlik, Lügat ve Nahiv’de şöhret bulunca,
bölgenin önde gelen muhaddisleri (başta Yûnînî olmak üzere) kendisine gelmiş,
el-Câmiu’s-Sahîh’de geçen müşkil lafızları onlara tavdîh ve tashîh etmesini
istemişlerdi. İstekleri yerine getirildi ve bu iş için 71 kez hadis meclisi
toplandı. Bu meclislerde muhaddisler mutemed nüshalara bakarak hadisleri takip
ediyorlar, takıldıkları lafızlarda arap dili kâidelerine göre doğru olanı İbn Mâlik
onlara izah ediyordu. İbn Mâlik, üzerinde uzunca durulması gereken ve delîle
muhtaç olan hadisler için sonradan bu eseri te’lîf etmiş, 71 mecliste ortaya koyduğu
mülâhazalarını bu kitapta toplamıştır. Yazılışının en önemli sebeplerinden biri
de; nahivciler arasında ihtilafa yol açan konularda, onların itibar etmediği hadis
malzemesini şevâhid olarak kullanma girişimidir. İbn Mâlik, Buhârî’nin müşkil
lafızlı hadislerinin Arap dili kâidelerine uygunluğunu desteklemiş ve fasîh
olduklarını ispata çalışmıştır. Bkz. el-Endelûsî, Cemâlü’d-Dîn İbn Mâlik, Şevâhidü’t-Tavdîh
ve’t-Tashîh li Müşkilâti’l-Câmiı’s-Sahîh, Bağdad 1985, s.11-13.
Müellifin eserde kendisiyle delil getirdiği ya da i’râbını yaptığı hadis (metin)
sayısı 180’dir. Bunlardan sadece 70 tanesi Hz. Peygamber’e aittir. 90 kadarı sahâbeden
gelen mevkûf haberlerdir. Geri kalan kısmı ise hadis râvîsi olmayan farklı şahsiyetlerden
aktarılan sözlerdir. Eserin isminde geçen “müşkil”; “Araplar arasındaki yaygın
kullanıma muhâlif olan ve nahivcilerin uygun görmediği, şâzz addettiği veya
sadece şiirde kabul ettiği türden metinler” demektir. Bu tarif ise, müellifin i’rabını
izah ettiği veya işkâlini düzelttiği tüm hadislere uymamaktadır. Zira eserdeki
hadislerin çoğu, Araplar arasındaki genel ve sahîh kullanıma uygun olup
nahivcilerin doğruluğunda ihtilaf etmediği rivâyetlerdir. Bkz. a.g.e.,
s.14-15.